10 Haziran 2009 Çarşamba

İLHAMINI OSMANLIDAN ALAN ABD VE DİYALOG!



Peşinen söylemeliyim ki yazım biraz uzun. Sabırlarınıza sığınıyorum. Çok önemli günler yaşıyoruz. Tarihî diyemeyeceğim, çünkü tarihî olaylar biraz da kendiliğinden gelişen olaylardır. Yaşadığımız önemli günler ise kurgulanmış gibi gözüküyor.
Bunlara kısaca birlikte göz atalım istiyorum:

Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak ziyareti (24 Mart 2009)
Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası (26 Mart 2009)
2. Ergenekon İddianamesinin açıklanması (26 Mart 2009)
İspanya-Türkiye (28 Mart 2009)
Seçimler (29 Mart 2009)
TRT’nin Ermenice radyo yayını başlatması (2 Nisan 2009)
G-20 Zirvesi (2 Nisan 2009)
Nato Zirvesi (3 Nisan 2009)
Barak Hüseyin Obama’nın Türkiye ziyareti (5 Nisan 2009)
Medeniyetler İttifakı toplantısı (6 Nisan 2009)
Denktaş’ın Ergenekon sürecine dahili (8 Nisan 2009)

Her biri günlerce yankı yapacak bu olaylar öylesine hızlı bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirildi ki, görüntülerini bile algılayamadık, kaldı ki alınan-verilen sözleri algılayalım. Bu hızlı kurgunun dünyayı yönetenlerin kurgusu olduğuna dair ciddi şüphelerim ve bunları destekleyen bilgiler var. Bu süreçte yaşananların, konuşulanların, yazılanların Türkiye’de yeterince tartışılarak mantıklı sonuçlara varılabileceğinden kuşku duyuyorum.

Cumhurbaşkanı Gül Irak’a bir ziyaret yaptı. Ziyarette kapalı kapılar ardında konuşulanları büyüklerimiz bilir. Ancak Gül’ün “Kürdistan” tabirinin kullandığı beyanatı, buna gösterilen tepkiler ve bu tepkiler sonucu yaptığı açıklama kamuoyunu tatmin etmedi. Uzmanlar, uzmancıklar konuşup duruyor. Mesela Today’s Zaman Genel Yönetmeni Bülent Keneş Dünyadaki 20-25 milyon Kürdün yarıdan fazlasının Türkiye’de yaşadığını ve 4 milyonluk Irak Kürtlerinin himayesinin Türkiye’ye devredilmesinden söz ediyor. 25 Mart’ta Zaman’da yayınlanan bu yorum, AKP’nin DTP’yi sandıkta silmek yerine seçimlerden sonra ciddiye alınır bir muhatap olarak görme eğiliminde olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi dediydi demediydi ile geçiştirilebilecek bir durum değil bu. Mümtaz bazı köşe yazarlarının konuyu hafife almaları izah edilemez bir tutumdur.

2. Ergenekon iddianamesi seçim öncesinde, parti başkanlarının birbirlerini topa tuttukları, herkesin seçime odaklandığı bir dönemde açıklanmış, aynı gün BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası vuku bulmuş, dolayısıyla yeterince irdelenip anlaşılamamıştır. Hukuki sürecin devam ettiği bir konuda konuşmayı doğru bulmamakla beraber Ergenekon’un sadece belli bir medya tarafından haber yapılıp sayfalarca yorumlanması, sündürülmesi ne kadar kabak tadı veriyorsa, farklı düşünenlerin de bu belge ve bilgilere bir diyeceklerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Bu konu da gündemin yoğunluğunda eriyip kaybolmuştur.

Muhsin Başkan’ın ardından çok şey yazıldı, söylendi, açıkoturumlar yapıldı, yapılıyor. Bunlar olmalı ve daha da güçlenerek, artarak devam etmeli. Suikast haberlerini kastetmiyorum. Bunları yetkili merciler araştıracaklar, vicdanları serinleten sonuçlar ortaya çıkacaktır. En önemlisi bir gönül adamı olduğu apaçık ortaya çıkan Muhsin Başkan’ın birleştirici, bütünleştirici, imanlı yiğit yürüyüşüdür. Böyle kahramanlara toplumun ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmıştır. Ona biraz saygısı ve sevgisi olanların, yeniden yeşeren Taceddin iklimini zenginleştirmek için çaba göstermeleri beklenmelidir. Bu arada, o hayattayken yüzüne kapıları kapatanların, öldükten sonra timsah gözyaşı döktükleri de vakidir. Birtakım insanlar şimdi çıkacak onun sırtından pirim elde etmeye çalışacaklardır. Hoca efendiye hürmet vardı diyeceklerdir, demişlerdir. Bununla kalmayacak kitaplar yazacak boy boy reklamlarla onun sırtından gönülleri tutuşan insanları sınırlar ötesinden desteklenen hareketlerine basamak yapmak isteyeceklerdir. Bu yavuz hırsızlardan Muhsin Başkanın her kesimden gönülden seven, ardından gözyaşı dökenlerini tenzih ederek, güzel bir üslupla; kırmadan dökmeden bu sevgiyi bir gönül hareketi olarak geliştirmek, her kesimin, hepimizin borcudur.

G 20, NATO, Medeniyet İttifakı Toplantıları ile Obama’nın ziyaretleri üst üste getirilmiş, sanki Türkiye bir ablukaya maruz bırakılmıştır. Bu ablukada Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendi Cumhurbaşkanı tarafından bile yalnız bırakıldığı söylenebilir. O kadar ki bu yoğunluk biter bitmez Sayın Başbakanımız kendisini tatile çıkmak mecburiyetinde hissetmiştir. Bu toplantıların her biri ayrı ayrı değerlendirilmeli idi. Değerlendirilemedi. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönmesi Türkiye’nin elinde bir koz iken bu koz kullanılamamıştır. Türkiye, sürece Türkiye Cumhurbaşkanı da dahil edilerek, yalan yanlış, muhataplarınca önceden ifade edildiği gibi gerçekleşmeyeceği baştan açıkça belli vaadlerle, havuç sopa usulüyle avutularak, uyutularak vaktinden önce NATO Genel Sekreterliğine bir Türk İslam karşıtı resmen oturtulmuştur. Ülkesinde bağıra bağıra ben özür dilemeyeceğim, dilemedim, onları uyuttum dediği halde bazı gazetelerimiz! Rasmussen gönül aldı diye başlıklar atabilmiştir. Nitekim Peygamberimize hakaret eden karikatürler yeniden şatışa sunulmuştur.

Obama da Türkiye ziyaretinde farklı davranmamıştır. Güya ABD’nin yeni başkanı, yeni bir bakışı, Türkiye’ye önem veren, İslam dünyasına saygılı bir dönemi Türkiye’de başlattı. Gerçek böyle mi? Yeni ev ödevlerini veren bir öğretmen, ama daha sevimli gözükmeye çalışan bir öğretmen. ABD’nin başına neden Müslüman kökenli biri geçirildi dersiniz? Obama tarafından TBMM’de de dillendirilen, yıllardır tekrarlanan ABD görüşlerinden, soykırım edebiyatından vazgeçilmemiştir. Nitekim Obama da daha önce Soykırım yapıldı demişti, o sözlerinin arkasında olduğunu söylemiştir. Meclisimizle, bir kısım basınımızla bu şarlatanlığı ayakta alkışladık. Kimse de çıkıp yahu ne oluyoruz, ne yumuşaması, ne saygısı, ne yeni dönemi demedi. Uyutulduğumuz yetmedi, yüzümüze tükürüyorlar; yarabbi şükür diyoruz.

G 20 toplantısından hiç bahsetmiyorum. Medeniyetler İttifakı konusunda ise, Medeniyetler İttifaki ile Obama’nın hedeflerinin örtüştüğünü bizzat İttifak’ın yüksek temsilcisi Jorge Sampaio açıklamıştır.[1] Çünkü bu toplantılarda da açıkça görüldü ki Türkiye bir çıkmaz sokağa sokulmak istenmektedir. Bu sokak şudur: Obama Batıya, “Türkiye’yi AB’ne alın, laik ülkedir, ihtiyacımız var” demiş, Batı’nın asla kabul etmeyeceği bir İslam Devleti olarak AB kapısında oyalanmamızı istemiştir. Diğer taraftan İslam Ülkeleri Türkiye’yi Laik diyerek, dışlamakta, kendilerinden görmemektedir. Çünkü Hıristiyan Batı ile ilişkileri güçlendirmek isteyen konumdadır. Ermenistan kapısını açma konusunda sıkıştırılan Türkiye, Azerbaycan’dan da uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Batının dışladığı, İslam Ülkelerinin sevmediği, Türk Devletlerinden de koparılmış bir Türkiye, bir hücreye hapsedilmiş olacaktır. Kollarını kıpırdatamayan bir ülke konumuna sokulmak istenmektedir.

Ermenistan’la ilişkilerimizi düzeltmemizi isteyen ABD, AB, Ermenistan’a işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Karabağ meselesini çözmesini söylememektedir. Ermenistan Türkiye eliyle kalkındırılmak, güçlendirilmek istenmektedir. Zaten üç yüz bin civarında önemli bir miktardaki Ermeni kaçak işçi Türkiye’de çalışmaktadır. Şu anda bile Ermenistan’ı Türkiye’nin doyurduğu söylenebilir. Bu durumu bilen Türk yetkilileri de madem öyle biz de Nahçıvan’la sınırları kaldırıyoruz diyememektedir. Türk diplomasisi dumura uğramıştır. Elinde bu kadar imkân varken bu kadar açık veren bir diplomasi ilerki dönemlerde de eleştirilmeye devam edilecektir.
Türkiye yukarda zikrettiğim önemli kurgulanmış olayların gölgesinde birtakım tavizlere zorlanmaktadır. Kamuoyu Atlantik ötesinden buna hazırlanmaktadır. Maalesef Türkiye’de buna çanak tutanlar da vardır. Türkiye’nin en çok satan gazetesi başta olmak üzere bir kısım basında yer alan aydınlar ABD’de masa başında kurulan senaryoların borazanı durumundadır. Türkiye’ye dayatılmak istenen senaryo, Türkiye’deki kalemlerce sanki olması gereken bu imiş gibi sunulmaktadır. Sizlere önümüzdeki dönemi de kapsayan senaryo ile ilgili bir belgeden söz etmek istiyorum[2]:

Bu belge Zaman gazetesinin Yorum köşesinde “İlhamını Osmanlı'dan alan bir aydınlanmanın zamanı geldi” başlığıyla 19 Mart 2009’da yayınlanmıştı. Belge aşağıda görülen çok güzel bir minyatür resim üzerine tam sayfa olarak yayınlandığı için dikkatimi çekmiş, okumuştum. Önce yazının başlığı, sonra da yazarı dikkatimi çekmişti. Zannettim ki en sonunda insaf sahibi gavurlar da Osmanlı’nın, Türk’ün medeni vasfını gördüler ve kendi kamuoylarına Türklerin Medeni vasıflarından bahsetmişler. Hayır. Yanılmışım. Kendi kamuoylarına değil, doğrudan Türk ve kamuoyunu yönlendirmek amacıyla yazılmış bir yazıydı. Yazının daha ortasına gelmeden tüylerim diken diken oldu. Yazarının kimliğine dönüp bakma ihtiyacı hissettim. (Dr. Marc Gopın George Mason Üniversitesi Dünya Dinleri, Diplomasi ve İhtilaf Çözümü Merkezi Başkanı) Yazarın titri her şeyi açıklıyordu. Vatikan’ın Misyonerlik Konsülü ile yapamadığı görevi icra etmek için kurulan Diyalog Konsülü’nün bir uzantısı iş başındaydı. Önümüzdeki dönemde Türkiye’ye biçilen ve muhtemelen bizim aktörlerimizin de oynayacağı rolü açıkça ortaya koyan bir belgeyi okuduğumu fark ettim. Beni asıl üzen “Batıl hemişe batıl ve bihudedir veli/Müşkül odur ki suret-i haktan zuhur ede” (Batıl her zaman batıl ve boştur, zor olan Hak görünen batılı ayırt etmektir) bu yazıyı, yorumu allayıp pullayarak sunan gazetenin de diyalog bayraktarlığı yapması ve bu yorumu! yorumsuz yayınlaması oldu. Türk Milleti aleyhinde bir beyin yıkama, yönlendirme operasyonu yapılıyor, gazete de bilinçli bir şekilde, allayıp pullayarak bunu okuyucularına sunuyordu. Daha fazla uzatmamak için bu yazıda Türkiye’ye verilen ev ödevlerini aynen aktarmak istiyorum. ABD ve AB’nin son toplantılar ve geziler de dahil aynı esasları uygulamakta olduklarına da adım gibi eminim. Marc Gobin,Türkiye'nin önünde, yirmi birinci yüzyılda küresel bir liderlik üstlenme ve böylelikle tüm meşru ulusal çıkarlarını daha kolayca gerçekleştirme yolunda şaşırtıcı bir fırsat var, dedikten sonra diyor ki:
“…..Osmanlı tarihi, olağanüstü bir kültürel zenginlikle bezeli ve bu zenginlik, özellikle, çok sayıda medeniyet ve dinin şiddetten uzak bir şekilde diplomaside bir araya gelmesi için, tarihin içinde bulunduğumuz noktasına mükemmel bir şekilde uyuyor.
Dünyanın şu anda tam da buna ihtiyacı var. Türkiye, Doğu ile Batı'nın karşılaşması gereken yer. İslam'ın burada devreye girmesi gerekiyor, Yahudilerin Müslümanlarla burada uzlaşması gerekiyor ve Arapların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların yeni bir uluslararası toplumsal sözleşmenin temellerini burada bulmaları gerekiyor.
İsrail, Filistin ve Hamas gibi konulardaki mevcut ayrılıklar açıkça ortada. Türkiye'nin, bölgenin Arap olmayan askerî gücü olarak geleneksel rolünü değiştirmekte olduğu da açıkça ortada. Başbakan hem İsrail'in Gazze savaşı esnasındaki tutumuna dair duruşuyla hem de önceki Amerikan idaresinin şer ekseni olarak tanımladığı Suriye, Hamas ve İran'la ilişkiye geçilmesine dair istekliliğiyle açıkça vites değiştirdi. Bu, gözü kara ve zor bir adım. Ancak doğru şekilde yönlendirildiği takdirde Türkiye'yi yirmi birinci yüzyıl diplomasisinin başköşesine yerleştirebilir.
Türkiye'nin, medeniyetleri ve dinleri birbirine bağlama tarihî rolünü sürdürmesi için uluslararası diplomasi becerilerini geliştirmesi gerekecek. Türkiye'nin konumlandığı irtibat noktası bir yandan zorluklarla, bir yandan da fırsatlarla dolu. Batı, İsrail ve Arap dünyası İran'la şiddetli bir gerilim içinde. Batı ve Arap dünyasının kayda değer bir kesimi Hamas'la gerilim yaşıyor. Batı, İsrail ve Avrupa İslam medeniyetiyle önemli gerilimler -sessiz de olsa- yaşıyor. Ayrıca dünyanın önemli kısmı İsrail'in politikalarıyla gerilim içinde. Türkiye tüm bu cepheleri olumlu etkileyebilecek potansiyele sahip.
Türkiye'nin her türlü angajmanının en önemli unsuru benim deyimimle "olumlu diplomasi" olmalı. Olumlu diplomasi; sorunlara değil fırsatlara, düşmanlıklara değil ilişkilere, eleştiriye değil teşvike odaklanır. Türkiye, İsrail'in Gazze'de aşırı kuvvet kullanmasını şiddetle eleştirdiği için alkışlanmalı. Çünkü savaş koşullarındaki insani durum korkunçtu. Ancak şimdi, mesajı olumlu bir yöne çevirmenin zamanı. Daha da önemlisi, Ortadoğu'nun barışa doğru ilerlemesini istemeyen Washington'daki gerici lobilerin şantajına maruz kalmamak için, Türkiye'nin, özellikle Ermenistan ve yüzyıl başında yaşanan trajik şiddete dair, Türk gururunu savunmaya odaklanan eski diplomasi yöntemlerinden vazgeçmesi gerekiyor. Bir dizi atak stratejiye ihtiyaç var. Bunlar: 1. Ermenistan vatandaşlarının resmî merasimler eşliğinde Türkiye'yi ziyaret etmelerini sağlamak, Türkiye'deki geçmişlerini anmak ve kayıpların yasını hep birlikte tutmak gibi jestlerin eşlik ettiği, Ermenistan'la uzlaşma ve ilişki sürecine girmek. 2. Azerbaycan'ın insanî ihtiyaçlarını görmek ve bu ülkeye, gelecekte Ermenistan'la daha başarılı şekilde müzakere edebilmesi için yardımcı olmak. 3. Yahudileri, Yahudiliği ve İsraillileri kamu önünde kucaklamak; ama bunu yaparken Filistinlileri, Gazzelileri de unutmamak, bir yandan da İsrail'le yapacakları uzun süreli bir anlaşmanın temellerini belirlemek üzere Hamas'la, müzakere etmek. 4. İsrail ve Arap dünyası angajmanlarına dair Suriye ve İran'la irtibatta olmak.
En önemlisi, Türkiye'nin, kendisini kısıtlayan ve Ermeni meselesine hapseden o eski savunmacı diplomasiden vazgeçmesi ve bunun yerine medeniyetlerin, ülkelerin ve dinlerin köprüsü olma konumunu talep etmesi ve kazanması gerekiyor. Böylelikle, birçok Türk vatandaşının kılavuzu olan ilerici İslam aydınlanma ve demokrasinin paradigması haline gelebilir ve bu, Batı'da gericilerin, Arap dünyasında da aşırıların İslam medeniyetini şiddetle eşdeğer tutan algılamalarını yalancı çıkarabilir. İkincisi, Ermenilerle yeniden ilişkiye girerek Washington'un baskısından kurtulan Türk liderliği, yüzyıllar boyunca yaptığı gibi, Yahudilerle olumlu bir ilişkiye girebilir ve onlara, Filistinlilere saygılı ve cömert bir şekilde yaklaşmaları çağrısında bulunabilir. Türkiye yüzlerce İsrailli işadamını, ruhanî liderleri, kültürel liderleri; Türk topraklarında Filistinlilerle, kendilerinin eşiti olarak yeni bir ilişki başlatmak üzere resmî olarak davet edebilecek, Müslümanları, Gazzelileri, Hamas'ı devreye sokabilecek bir ülke. Bu, İsrail ve Filistin'de, ihtilaf çözümü açısından bir devrim olacaktır.
Akıllıca siyaset aynı zamanda vizyon sahibi siyaset de olabilir. Başkan Barack Obama vizyon ile pragmatikliği, gerçekçilikle umudu birleştiren bir siyasetin öncüsü. Türkiye de, aydınlanmış İslam medeniyeti modeliyle aynısını yapabilir. Örneğin Mevlânâ bugün dünyanın en sevilen şairlerinden biri ve Arap Ortadoğu'sunda gittiğim her yerde, sufiler arabuluculukta hep öncü konumda. Bu, Mevlânâ'nın çağı; bu, sufi arabulucuların ve sufi vizyonerlerin çağı.
Bu yol kibirden uzak, mütevazı bir şekilde izlenirse, Arap dünyasındaki en muhafazakâr unsurlara kafa tutulabileceğine, hatta onların bile ikna edilebileceğine inanıyorum. Körfez'de hiç kimse Bin Ladin'in gölgesinin sonsuza kadar Arap ve Müslüman dünyalarının üstünde kalmasını istemiyor. Zehir Orta Asya'ya da sıçradı ve herkes bunun Müslüman sosyal düzenini tehdit etmesinden endişeleniyor. Bir taraftan da Batı'nın İslam medeniyetine hoşgörüsüzlüğünü besliyor. İslam dünyasında gözü pek liderlere ihtiyacımız var. İsrail'e ve düşmanlarına, nihai bir çözüme ulaşılması için güven verecek cesur partnerlere ihtiyacımız var. Kimse bunun için Türkiye'den daha iyi konumlanmış durumda değil ve kimse de bu sonuçtan, şu anda dünyanın en kudretli lideri olan Barack Obama'dan daha memnun olmayacaktır. Türkiye, yirminci yüzyıldan kalma hayaletlerini gömmeli. Böylelikle yirmi birinci yüzyılda uluslararası ihtişama yeniden kavuşabilir. İlhamını Osmanlı'dan alan bir aydınlanmanın zamanı geldi.”

Bu yazı yorum yapılamayacak kadar açık, ama yine de gelecek dönemde Ermenileri merasimle karşılamaya, yaslarını birlikte tutmaya, Azerbaycan’ı yalanlarla oyalamaya, İsrail’i Hamas’la, İran ve Suriye’yi Batı ile uzlaştırmaya hazır olmalıyız, veya büyüklerimiz hazır olmalı diye düşünüyorum. İlhamını Osmanlıdan alan ABD Osmanlının torunlarına çok şiddetli elenseler çekmektedir vesselam.

Ben asıl son toplantı ve ziyaretlerde Arapların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların yeni bir uluslararası toplumsal sözleşme imzaladık mı? Dikkatimizi ona verelim derim. İmzaladığımız veya imzalanmamışsa yakında imzalanacak olan bu Sözleşme’yi merak edenler aynı gazetenin bir başka yorumuna bakabilirler.[3] Unutmadan, TRT’nin Nahcıvan’a yönelik radyo yayınını iptal ederek yerine Ermenice radyo yayını başlatması konusu tam bir garabet olup başka bir yazının konusudur. Çözüm ise olayları ve alt başlıklarını çok daha iyi ve derinden okumak, buna göre de tedbirler almaktan geçiyor.

-----------------------------------------------------------------------
[1] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=834232
[2] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=827112&title=yorum-marc-gopin-ilhamini-osmanlidan-alan-bir-aydinlanmanin-zamani-geldi
[3] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=834209

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder