14 Haziran 2009 Pazar

BEYNİMİZ KEÇELEŞİRKEN


İşim gereği Metro’ya, belediye ve devlet dairesi servis otobüslerine binerim. Uzun mesafe olsun olmasın, bir yerden bir yere giden insanlara baktığımda ilk dikkatimi çeken şey, nelerle meşgul olduklarıdır. Kimi boş boş bakar, kimi cep telefonuyla konuşur, kimi kulaklığıyla bir şeyler dinler, kimi de kitap-gazete okur. Sık sık kavga edilir, ilerledin, geçtin, geçmedin, süründün, sürünmedin…Bunları incelemek bana hüzün verir. Cambaza bakmaması gereken halkımızın ki ben de onlardan biriyim, hali yüreğimi sızlatır. Neden mi?

Genellikle halkımızın büyük bir kısmı hiçbir bir şeyle meşgul olmaz. Orta yaş ve üstü insanların geçim derdiyle beyinlerinin dolu olduğunu, bu yüzden başka bir meşgalelerinin olamadığını düşünürüm. Yüzde beş oranında kitap veya gazete okuyanlar vardır. Genellikle onların okudukları da ya SBS, ÖSS, İngilizce dershane kitapları, ya da üçüncü sınıf yabancı romanlar olur. Bunlar öğrenciler ve orta yaşa yakın insanlardır. Neredeyse yüzde kırk oranındaki diğerleri ise iki şeyle meşgul olur: Birincisi, kulaklıklarıyla müzik dinler, ikinciler de cep telefonlarıyla konuşur veya mesajlaşır. İster istemez telefon konuşmalarına kulak misafiri ederler insanı. İki kelimeyle anlatılacak sözler dakikalarca uzatılır, fındıkkabuğunu doldurmayan meseleler büyük laflarla abartılır, konuşmalar uzar gider. Bu konuşmalardan toplumumuzun ne kadar görgüsüzleştiğini, iki lafı bir araya getiremeyecek kadar cahilleştiğini görürüm.

Kemal-i ciddiyetle kulaklığını takmış, cep telefonundan veya elektronik aletinden müzik dinleyenlere çok daha fazla üzülürüm. Çünkü onlar iki türlü felaketle karşı karşıyadır. Birincisi kulaklıkla dinlenilen her türlü elektronik sesin beyin hücrelerini öldürdüğü ilmi olarak ispatlanmıştır. İkincisi, bana göre birincisinden daha tehlikelidir. Yüzlerce, binlerce müzik parçasını cebinde taşıyabilme imkânı veren bu aletlerde kayıtlı müziklerin ancak yüzde biri gerçek Türk Müziğidir ki, dinleyen kişi, kültürün en ayırıcı vasfı olan müzik yoluyla Türk zevkinden, Türkçe düşünme ve anlamaktan, Türk ruhundan, Türk kültüründen koparılmaktadır. Özellikle gençlerimizin bu iki büyük felaketle iç içe olmalarından büyük üzüntü duyarım.

Belki bunlardan daha büyük bir tehlike de cep telefonlarının insanlara, özellikle çocuklara verdiği zararlardan habersiz yaşamamızdır. Yine ilmi olarak ispatlanmıştır ki cep telefonlarının yaydığı sinyaller kanser yapmaktadır. Değil kulağında saatlerce, dakikalarca tutarak konuşmak, yanında bulundurmak, oturduğun-yattığın odada tutmak bile sakıncalı bulunmuştur. Son zamanlarda her dört kişiden birinin ruh hastası durumuna gelmesi, anne-babasını, aile fertlerinin-akrabalarının tamamını öldürme olaylarının yaygınlaşmasının sebeplerinden birinin cep telefonlarının yaydığı sinyaller olduğunu düşünüyorum. Diğer sebepler de bilgisayar ve televizyon başında, yanında durmaktır. Sadece bu elektronik aletin yanında durmak bile titreşimlerin, radyasyonun muhatabı olmamıza, kanser olmamıza yeter sebeptir.

Türkiye'nin bir cep telefonu hurdalığına dönüştürülmüş olması, dünyada cep telefonunun bu kadar çok ve gereksiz kullanan bir toplum haline getirilmemiz elbette çok üzücü. Fakat beni esas kanser edecek olan şey şudur: Cep telefonlarının kulakta beş on saniyeden fazla tutulmaması gerektiği ilmi olarak ortaya konulmuşken, dakikalarca, saatlerce telefonla konuşan insanların cehaleti, kendi sağlıklarıyla ilgili vurdumduymazlıklarıdır. Bir deney yapılmış; birbirinin numarası aranmış iki cep telefonunun arasına bir çiğ yumurta koymuş ve beklemişler. Bir süre sonra yumurtanın piştiğini görmüşler. Özetle kendi elimizle, paramızla, rızamızla beynimizi pişiriyoruz. Azıcık aklımızı da yok ediyoruz. Beyin hücrelerimizin milyonlarcasını bir telefon muhabbeti uğruna öldürüyoruz. Zavallı bedenimiz ne yapsın? Ölen beyin hücreleriyle meşgul olmaktan, vücudumuzdaki (ve tabii memleketimizdeki, milletimizdeki) hiçbir hastalıkla meşgul olamıyor ve her tarafımızda başka bir hastalık peyda oluyor. Vücudu savunacak bağışıklık sistemini kendi elimizle çökertiyoruz.

Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerden söz etmiyorum. Sadece seyrettiğimiz, dinlediğimiz ses ve görüntü titreşimlerinden, radyasyondan bahsediyorum. Reklamları seyreden çocukların sustuğunu gören ana babalar, onlara reklam ve klip seyrettiriyorlarmış. Ortaya çıkarılıyor ki, hızla akan görüntüleri seyreden bebekler daha geç gelişiyor, zor anlıyor, düşünme melekelerini kaybediyor. Bütün hayatını cep telefonuyla biraz daha konuşmaya, birkaç kontüre, birkaç müzik parçasına, birkaç bilgisayar oyunu ve veb sitesine bağlamış, dünyada, uzayda başka şeylerin olabileceğini düşünemeyecek duruma gelmiş, kendi kendine beynini keçeleştiren, okumayan, yazmayan, düşünmeyen bir toplum. Söyleyin Allah aşkına bu toplum nereye gider? Sömürge olmaktan kurtulabilir mi?

Bu aletlerle hayatımıza giren muhteva ise apayrı bir cinayettir. Bizim tamamen kontrolümüz dışında olan bu aletlerle bize şırınga edilen şeylerin tahribatı çok daha büyüktür. Ancak bu aletlerin kontrolünü yapan, güya bizi, çocuklarımızı zararlı şeylerden koruması için kurulan kurumlardan da söz etmek gerekiyor. Bu kurumların denetlediği telefon şirketleri - beyin hücrelerimizi daha çabuk öldürmemiz için - daha çok telefonla konuşmamız, daha çok mesajlaşmamız için çaba gösterirler, öyleki üç bin mesaj hediye diyerek zavallı gençleri saatlerce oyalarlar. (Ben iki bin mesaj kullanma hakkını dolduranların olduğunu duydum. Bazen aynı odadaki insanlar birbirlerine mesaj geçiyorlarmış.) Kimse bunun toplumu yozlaştırdığından söz etmez, önüne geçmek için kılını kıpırdatmaz. Yine televizyonları denetleyen RTÜK, sadece gençlere yönelik dizilerde, neredeyse bütün liseli öğrencilerin hamile olduğunu görmezden gelir. Çünkü dikkatleri ahlâkta değildir. Öbür dünya ile meşgul olmaz, bunun vebalinden korkmazlar. Ondan sonra gelsin Münevver'ler..

Büyüklerimizin meşgul olması gereken en büyük meseleler bana göre bunlardır. Düzmece davalarla uğraşmak yerine bunlarla uğraşmalıdır. Bize, en büyük mesele budur, çözüme yaklaştık, ses çıkarmayın dedikleri meselelerde ne kadar çuvallandığını gördükçe bu meseleler daha da önemli gelir bana. Çünkü biz beyin hücrelerimizi kendi elimizle öldürdükçe, Mankurtlaştıkça[1], sığırlaştıkça bizim adımıza bizi güden çobanlar çoğalacağını düşünür, üzülürüm.
-----------------------------------
[1] Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel (Ötüken Yayınları) adlı romanında Mankurt’un hikâyesini anlatmıştır. Esirin traş edilmiş başına yeni kesilmiş bir deve derisi yapıştırılır, çöle bırakılır. Güneş vurdukçe deri kurumaya ve beyni sıkmaya başlar. Ta ki beyin melekeleri kaybolana kadar. Geriden gelen saç da cabası. Bu esir artık annesini bile öldürebilecek bir köle, yani Mankurt olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder