30 Haziran 2009 Salı

Ağaçlardan Ormanı Görememek

Sayın Pekacar, Sayın Üyeler:

"Kol çapınızdar"ifadesini Bişkek'te,Almatı'da,Aşkaabat'ta "alkışlayınız" karşılığında kullanıldığını duymuştum.

Alkış,kargış,sarkış,tartış,...
kuzlama,buzlama,közleme,cızlama,sızlama...
somurtmak,kanırtmak,seğirtmek,ucurtmak.
sıçırtmak,kaçırtmak,geçirtmek,doğurtmak..
ağlama,bağlama,sağlama,dağlama,...

bu şekilde birbirine ses bekımından yakın gibi gözüken sözler, fiiller hep dikkatimi çekmiştir.
Ama sebebini de merak etmiyorum. Benim merakım yaşayan Türk lehçelerindeki bu ve benzer sözlerle ilgili olarak çalışan arkadaşlar, "ne zaman sözleri bırakıp sözlüklere, sözlükleri
bırakıp saha çalışmalarına, saha çalışmalarını bırakıp felsefi çalışmalara, geleceğe, 22...asra yönelik çalışmalara girebilecekler?"

Dünyada kaç Türk Boyu ve Lehçesi, kaç Türk Yerleşim Yeri, kaç Türk Adı, kaç ağız, kaç Türk Alfabesi, kaç Türk Kitabesi var?

Kaç Türk Büyüğü, kaç Türk Kütüphanesi ve Kitabı, kaç Türk Sanat Eseri var?

Türklerin zaafları, Türklerin üstünlükleri, medeniyete katkıları, insanlığa hizmetleri nedir?....

Türk Milleti'nin geleceğe dönük hedefleri nedir?
Bu hedeflerinin önündeki engeller nedir ve varsa hıyanetler, hainler kimdir?

Türk Milleti'nin geleneksel ve çağdaş eğitimi nasıl olmalıdır?

Türk dilinin korunması için neler yapılmalıdır?

Türk Kültür ve Edebiyatı, siyasete, diplomasiye nasıl yardımcı olabilir?

Türkler üzerindeki uzun vadeli planlar nasıl boşa çıkarılabilir?

Türklerle ilgili yazılan son eserler nedir?

Bilgisayarlarda herhangi bir dildeki metni Türkçeye, Türkçe'nin lehçelerini Türkiye Türkçesine nasıl çevirebiliriz?

Türkoloji topluluğunda bu ve benzer sorulara zaman zaman yaklaşan sorular oluyor ama ağaca bakmaktan ormanı göremiyormuşuz gibi bir düşünce uyanıyor bende. Tabii bu topluluğu dört aydır takip ettiğimi söylemek yerinde olur. Belki de ben kaçırdım. Asıl meseleleri değil, tali meseleleri konuşuyoruz derken bu yüzden biraz abartmış olabilirim. Ne dersiniz?

Son olarak, Bilgisayar Terimleri Topluluğu ile ilgili tartışmaları orada yapsak daha verimli oluruz diye düşünüyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum.
Sehmuz Karadağ

--- cetin pekacar wrote:
Sayin Cansever,
Soz konusu mesajinizdaki muhataplarinizdan birisi olmasam da orada gecen "alkislarimi iletmek
istiyorum" seklindeki ifadeniz ilgimi cekti: Acaba "alkis" kelimesini, Turkce Sozlukte (TDK, 1998 ve son baski) verilen anlamiyla, adi gecen kisileri ve onlarin ilgili mesajlariyla verdikleri bilgileri
"begendiginizi, onayladiginizi belirtmek amaciyla el cirpma" anlaminda mi; yoksa baska bazi Turk lehcelerinde bililnen anlamiyla "tesekkur" maksadiyla mi kullandiniz?
Bu konuda beni aydinlatirsaniz memnun olurum. Simdiden tesekkurler.

Cetin PEKACAR

YÜZÜKLERİN EFENDİSİ

Hatırlayan:SehmuzKaradağ

Amerikalı araştırmacıların, Konya'nın köylerinde köylülerimize gördükleri rüyaları anlattırdıklarını duymuştum. Keşke biz de bırakınız gördüğümüz rüyaları geçmişte yaşadıklarımızı, oyunlarımızı, adetlerimizi, geleneklerimizi, eğlencelerimizi anlattırabilseydik.
Şimdi anlatmaya çalışacağım Yüzük Oyununun artık çoğu yerde unutulduğunu görüyorum. Yüzük Oyunu özellikle uzun kış gecelerinde oynanan biroyundur. Hatırladığıma göre oyun, bir tepsi üzerindeki fincanlara veya yerde bulunan herhangi bir malzemeden oluşmuş (mesela çoraplar) saklamaya uygun kapların (ceviz kabuğu vb.(Bu kapların sayısı 6'dır) içine saklanan yüzüğün iki karşı grup arasında saklanması vebulunması, yüzüklerin saklanması sırasında şakalaşmalar, yüzüğü saklayan oyuncunun psikolojisinin çözümlenmeye çalışılması, karşı ekibin hangi durumlarda hangi kabın altına yüzüğü koyacağını tahmin etme veya kışkırtıcı ifadelerle ağzından, gözünden alma, yüzükleri bulma ve belli bir sayıya ulaşarak yenme, utma sonucu alınan ödüllerin paylaşılması, mesela yemeğin yenmesi, yahut da tatlı eziyetlerin yapılması esasına dayanıyor.
Genellikle evdekiler ikiye ayrılırve bir grup ebe seçilir. Yüzüğü tepsideki 6 fincana karşı tarafın hemen bulamıyacağı, hatta sayı vererek bulabileceği bir fincana saklar. Ortaya getirir. Kendisi karşı taraf hangi fincana sakladığını anlamasın diyeyüzünü kaçırır. Tabii karşı ekip ona takılarak konuşturmaya,"Onda değilmiş!","Bulduk. Tamam" gibi ifadelerle onu baktırıp ağzından laf almaya, gözünden anlamaya çalışır. Oyuncular ilk veya en son fincanda yüzüğü bulabilirlerse saklama sırası onlara geçer. Saklayan taraf her zaman karlıdır çünkü. İkinci fincanda bulmak tehlikelidir. Ceza puanı onbeştir. Üçüncüde altı, dördüncüde üç, beşincide iki olan ceza puanları en baştaki anlaşmaya göre 50,100,200gibi rakamlara ulaşınca oyun biter. Kim önce ulaşırsa otakım oyunu kaybeder.
Bu çekişmeli bir oyundur ve bazan iki köyün gençleri, yaşlıları bir araya gelir ve buoyunu oynarlar. Bu takdirde oyunun tadına doyum olmaz. En kurt oyuncular meydana sürülür. En iyi saklayıcılar, duygularını belli etmeyen ve karşı tarafı yanlış fincana yönlendirip puan kazandıran oyuncular tercih sebebidir. Ağzın laf yapması kadar karşı tarafı çok iyi tanımak da önemlidir.
Bu oyun, zekaya dayanan ev oyunlarına çok önemli bir örnektir. Kanaatimce oğlak kapma yahut, Türkistan'daki adıyla Kokpar, Gökbörü, Buzkaşi oyununun toplumdaki, meydandaki yeri neyse Yüzük oyununun da evdeki yeri odur. Akıl, Zeka, Maharet ister. Eliçabukluk, zihni çabukluk, hazırcevaplık ister.
Ne dersiniz bu gibi Türk Milletini ezelden beri eğiten adet ve geleneklerimizi, oyunlarımızı kaybettikçe; Gökbörü Oyununu, Yaren Geleneğini, yüzük oyununu oynamayı bıraktıkça, Türklerin hangi durumlarda nasıl davranacaklarının eğitimini yapmadıkça yüzüklerin efendisi olmayı, kurt olmayı,başkalarına bırakmışolmuyor muyuz?

16 Haziran 2009 Salı

HER ŞEY ORTAYA ÇIKSIN


Türkiye’de öteden beri halkın ilgilenmediği, doğrudan ekmeğiyle alakalı olmayan alanda, kâğıt üstünde çok ilginç şeyler oluyor. Yine kâğıt üstü bir hadiseyle karşı karşıyayız. Kurtuluş Savaşından yorgun çıkmış, fakir, perişan halk kitlelerinin siyasetle, sanatla, kültürle, ekonomiyle ilgilenememesi sonucunda halk ile yönetim arasında tuhaf bir ilgisizlik oluşmuştu. Bu ilgisizlik sadece seçimlerde kendini gösteren bir kontrol mekanizması ile yetinmeyi doğurdu. Yönetimin ve aydın kesimin halkı pek dikkate almaması, tepeden inmeci bazı siyasetlerin uygulanabilmesine imkân tanıdı. Halkın kendi rızası dışında yönetilmesine dönem dönem sert tepkileri de oldu. Ancak bu tepkileri saman alevine gibiydi. Ülkeyi yönetenler de durumu böyle gördükleri için, doğru bildiklerini halk için de doğru olan budur diye gerçekleştirmeye çalıştılar. Vatandaş ta acaba yönetimde, kültürde, sanatta, ekonomide ben ve benim gibi düşünenler de bulunsa iyi olur mu acaba diye düşündü ve bu yönde çaba gösterdi. Ülkede, her alanda birinci sınıf olan yöneticilerin çocukları ile, ikinci sınıf halkın çocukları arasında bir yarış başladı ve bu yarış gittikçe kızıştı.

Ülkenin böyle idare edilmesi ve iktidar yarışına halkın da katılması, Türkiye için planları olan yabancı güçleri de iştahlandırdı. Onlar zaten Türkiye’de yönetime gelebilecek olan zeki kişileri alıp yetiştirerek Türkiye’nin siyasetine dâhil etmeye çalışıyordu, bu sefer yelpazelerini biraz daha genişleterek Anadolu’ya açılmış oldular. Maksatları uzun vadede kendi eksenlerinde yönetimler oluşturarak Türkiye’yi uzaktan kumanda ile yönetmekti. Bunda da başarılı oldular. Ülke yönetimine gelen, siyasetinde, biliminde, sanatında söz sahibi olan birçok kişi yabancı burslarıyla okuyarak bu yoldan geçti. Böyle olunca Türkiye’de iki tür düşünce ortaya çıkması kaçınılmazdı: Birincisi Türk Milletinin kültürüyle yetişmiş, onun menfaatlerine göre düşünen ve yaşayanlar. İkincisi de Türk Milletinin menfaatlerinden çok hayranı olduğu ülkenin kültürüyle düşünen, ağzıyla konuşan ve yaşayanlar. İkinciler, maşa olarak kullanıldıkları halde, daha eğitimli ve tecrübeli olduğu için, kavramlarla, siyasetle, sanatla, kültürle daha iç içe idiler. Birinciler de ister istemez, geleceği meçhul kavramlar ve yollardan ülkeyi korumak için ikincilere muhalefete zorlandılar. Sınırlı oranda kendi düşünceleriyle yürüyebildiler. Gerektiğinde kelleyi koltuğa alıp gereken her türlü mücadeleyi vermek zorunda kaldılar.

Aslında tepeden inmeci siyasetleri yürütenlerle, buna karşı ‘benim de varlığım hesaba katılsın’ diyenlerin içinde ülkenin menfaatleri doğrultusunda çalışan veya ülke menfaatlerine ters bir konumda olanlar da mevcuttu. Ancak sapla samanın karıştırılmaması imkânsızdı. Doğruyu söyleyen her zaman dokuz köyden kovulmuştu ve yalancının mumu yatsıya kadar yanardı. İşte yanlış yerde ama doğruların peşinde olanlar veya doğru yerde ama yanlışlıklar içinde olanlar ne yazık ki tamamen kâğıt üzerinde, masa başında üretilen kavramların, siyasetlerin kurbanı oldular. Bu kavramlar dışarıda üretilip içerde taraftar toplandığı için bu ülkenin davasını güdenler, yabancı olan her şeye sert muhalefet gösterip, yerli olan her şeyi de masum zannettiler. Baş tacı ettiler. Hâlbuki yerli zannettikleri hareketlere de çoktan yabancı parmağı girmişti.

Türkiye’de ortaya çıkan bütün tartışmalar kâğıt üzerinde idi. Sağ-sol, alevi-sünnî, Türk-Kürt, laik-dinci, ilerici-gerici, irtica, yobazlık, başörtüsü… Bu tartışmalara giren taraflar kimin ekmeğine ne kadar yağ sürdüğünün farkına varamadı. Aleyhte söylenen her şeyi tersinden anlamaya, içindeki doğruları ayıklamadan reddetmeye müsait bir konumdaydılar. Körü körüne bağlı oldukları partiler, cemaatler, gruplar vardı. Bütün bunların ekmeğine yağ süren bir cehaleti doğuran eğitimsizlik ve bilgi kirliliği vardı, Okumama, düşünmeme alışkanlık haline gelmişti. Sapla saman birbirine karışmıştı. Türkiye’de bir partinin ileri gitmesi, halkın nazarında itibar kazanması isteniyorsa, halkın hassas olduğu konularda birkaç önemli makamın, ileri geri beyanat vermesi yeterli hale gelmişti. Mesela başörtülülerle ilgili uygulamalar ve beyanatlara irtica lafının eklenmesi milletin sinirine dokunuyordu. Halkın iktidara ilgisi yoğunlaşmış, ama aynı oranda kafası da bulanıklaşmıştı.

Yıllardır destek verdiği değerlerin tam tersini savunacak olan, diğer taraftan bam teline basan konularda şirin söylemlere sahip AKP’yi bu şartlarda iktidara taşıyan halk, yine her zaman olduğu gibi geriye çekilip icraata baktı. Beğenmezse gelecek seçimde icabına bakardı nasıl olsa. Ama bu sefer öyle olmadı. Sağ gösterip sol vuran bir iktidar bulunuyordu. Türkiye’nin menfaatlerinden çok ABD’nin, AB’nin menfaatleri ekseninde politikalar yürüten AKP, bu politikalarını demokrasi, insan hakları gibi geçmişte karşı tarafın elinde tutuğu argümanları savunarak yürüttü. Çeşitli localar, geçmişti aşırı solda yer alıp günümüzde aşırı AB’ci, ABD’ci kesilen sahte aydınların desteğini aldı. Yine halkın tarafında gözüküp de halkla ilgisi olmayan, dış destekli birçok cemaat bu hareketi desteklemeye devam ettiler. Tam da böyle bir ortamda Ergenekon Davası diye bilinen süreç başladı. Bu dava dolayısıyla ortaya çıkan durum yine sapla samanın karıştığını gösteriyordu. Apo itini getiren, PKK ile mücadelesi sırasında gazi olmuş kişilerle, AKP’yi iktidara taşımak için yoğunlaştırılan irtica (başörtüsü) karşıtlığı yapanlar aynı davada birlikte yargılanır oldu. Ortada deşifre edilen bir Gladyo varsa, ki patenti ABD ve AB’ye aitti, yerine yenisi kurulmuş olmalıydı.

Türkiye’de Türk Milletinin menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyenlerle, Türk Milletinin menfaatlerini dikkate almayıp, sempati duyduğu, bağlı olduğu ülkenin menfaatleri doğrultusunda çalışanların kavgasının büyüdüğü söylenebilir. Taraf’ın ortaya çıkardığı İrticayla Mücadele Eylem Planı’nı da bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Bu kavgada bir taraf AKP ve Fethullah Gülen olarak ortaya çıkıyor, diğer taraf ise henüz kim ve ne olduğuna karar verememiş bir kitle konumunda. Taraflardan birinin iktidarda olduğu kesin. Ortada muhalefet olmadığına göre, diğer taraf fiilen yok mesabesinde sayılabilir.

AKP, Cumhurbaşkanlığı makamına kendi içinden birini oturttuğuna göre, iktidara tam hakim sayılabilir. Basın desteği ise tartışılmaz. Türkiye’nin en büyük gazetesi her gün AB ve ABD yöneticilerinin Türkiye dileklerini, direktiflerini gündeme taşıyor, Kürtçü oluşumlara destek veriyor, masa başında Türkiye için planlanan rollere uygun yayınlar yapıyor. Bütün AB ve ABD yandaşları, Kürtçü oluşumlar, sağcısıyla, solcusuyla AKP’yi destekliyor. Nur Cemaatinin varisi Fethullah Gülen Hareketi ise Türk halkının önemli gördüğü eğitim gayretleri ve çok ciddi emek ve para gerektiren Dünya çapındaki çalışmalarıyla bilinmektedir. Pek de yakından takip edilmeyen çalışmaları da vardır. Vatikan’ın Misyonerlik Konsülü başarıya ulaşamayınca kurduğu Diyalog Konsülü’nün uzantısı konumundaki Dinler arası Diyalog ve Hoşgörü, diğer dinleri, mensuplarını ve peygamberlerini İslam ve Hz. Muhammed (S.A.V.) seviyesine çıkarma, Katolik kiliselerle içli dışlı çalışmalardan bahsediyorum. AKP, kadrosu olmadığı için kendisini İslamcı kesim içerisinde ‘bir asırlık bir sa’ye sahip’ gibi gösteren Fethullah Gülen cemaatinin kadrolarından yararlanıyor ve her yere bu kadroları yerleştiriyor. Halkın düşüncelerini temsilen iktidara geldiği için de halkın desteğini almaya devam ediyor. Cılız bir şekilde ortaya çıkan 'irtica yükseliyor' sesleri de demokrasi, insan hakları ve benzeri söylemlerle susturulabiliyor. Fethullah Gülen Hareketinin sa’yine ihanet edenlere Peygamberin şefaat etmeyeceğini bizzat Fethullah Gülen söylüyor, insanları korkutuyor.

Tam da bu noktada gündeme getirilen Eylem Planı ise sadece iktidarın ve ona bütün gücüyle destek veren Fethullah Gülen’in elini kuvvetlendiren bir çaba olarak görülebilir. Bu çabayı gösterenler ister sahte, ister gerçek bir belge ile, yukarıdan veya aşağıdan aldıkları direktiflerle bu çalışmayı yapmış olsunlar soruşturulmalı. Türkiye’de kendini bir taraf olarak ortaya koyup, karşısında kimse yokken, bir karşı güç yaratmaya çalışanları destekleyen bu çalışmanın müsebbipleri ifşa edilmeli. Türk Halkının desteğiyle gelmiş bir iktidarı, iktidardan uzaklaştırmaya yönelik, demokrasi dışı bu planın arkasındaki gücün kim olduğu, gücünü nereden aldığı kesinlikle ortaya çıkarılmalıdır. Bu planın arkasında kim var, Türkiye’de halkı her alanda temsil eder hale gelmiş AKP ve Fethullah Gülen Hareketini bitirmek isteyen güç içerden mi, dışarıdan mı kaynağı bulunmalı. Dışarıdan ise AB mi (Zaman’ın manşetine göre “Kirli tezgâh” Avrupa Parlementosu gündemine getiriliyor’muş; Mafya töresidir, ilk başsağlığına gelen katildir), İsrail mi (AKP Arap Dünyasıyla yakınlaştı, Fethullah Gülen Katolik Dünyasıyla yakın çalışmalar içinde diye olabilir?) belirlenmeli. Atlantik ötesinden ise, ABD mi? ABD’de yaşayan ve bir türlü Türkiye’ye gelemeyen (ilk beyanat da ondan geldiğine göre, kendi muhalefetini kendisi mi oluşturmayı deniyor acaba?) Fethullah Gülen mi? Yoksa her ikisi mi bu tezgâhı kurdu, bulunmalı ve hesap sorulmalıdır.

Eğer Türkiye’nin ve Türk Milletinin menfaatleri gözetilecekse, sapla saman ayrılmalı, irtica ile mücadele adı altında Müslümanları rahatsız edecek işler yerine, Müslüman adı ve görüntüsü altında, başka ülkeler adına kirli işler karıştıranlara yönelik çalışılmalı, bu kirli işlerin neler olduğu da açıklanmalıdır.

14 Haziran 2009 Pazar

BEYNİMİZ KEÇELEŞİRKEN


İşim gereği Metro’ya, belediye ve devlet dairesi servis otobüslerine binerim. Uzun mesafe olsun olmasın, bir yerden bir yere giden insanlara baktığımda ilk dikkatimi çeken şey, nelerle meşgul olduklarıdır. Kimi boş boş bakar, kimi cep telefonuyla konuşur, kimi kulaklığıyla bir şeyler dinler, kimi de kitap-gazete okur. Sık sık kavga edilir, ilerledin, geçtin, geçmedin, süründün, sürünmedin…Bunları incelemek bana hüzün verir. Cambaza bakmaması gereken halkımızın ki ben de onlardan biriyim, hali yüreğimi sızlatır. Neden mi?

Genellikle halkımızın büyük bir kısmı hiçbir bir şeyle meşgul olmaz. Orta yaş ve üstü insanların geçim derdiyle beyinlerinin dolu olduğunu, bu yüzden başka bir meşgalelerinin olamadığını düşünürüm. Yüzde beş oranında kitap veya gazete okuyanlar vardır. Genellikle onların okudukları da ya SBS, ÖSS, İngilizce dershane kitapları, ya da üçüncü sınıf yabancı romanlar olur. Bunlar öğrenciler ve orta yaşa yakın insanlardır. Neredeyse yüzde kırk oranındaki diğerleri ise iki şeyle meşgul olur: Birincisi, kulaklıklarıyla müzik dinler, ikinciler de cep telefonlarıyla konuşur veya mesajlaşır. İster istemez telefon konuşmalarına kulak misafiri ederler insanı. İki kelimeyle anlatılacak sözler dakikalarca uzatılır, fındıkkabuğunu doldurmayan meseleler büyük laflarla abartılır, konuşmalar uzar gider. Bu konuşmalardan toplumumuzun ne kadar görgüsüzleştiğini, iki lafı bir araya getiremeyecek kadar cahilleştiğini görürüm.

Kemal-i ciddiyetle kulaklığını takmış, cep telefonundan veya elektronik aletinden müzik dinleyenlere çok daha fazla üzülürüm. Çünkü onlar iki türlü felaketle karşı karşıyadır. Birincisi kulaklıkla dinlenilen her türlü elektronik sesin beyin hücrelerini öldürdüğü ilmi olarak ispatlanmıştır. İkincisi, bana göre birincisinden daha tehlikelidir. Yüzlerce, binlerce müzik parçasını cebinde taşıyabilme imkânı veren bu aletlerde kayıtlı müziklerin ancak yüzde biri gerçek Türk Müziğidir ki, dinleyen kişi, kültürün en ayırıcı vasfı olan müzik yoluyla Türk zevkinden, Türkçe düşünme ve anlamaktan, Türk ruhundan, Türk kültüründen koparılmaktadır. Özellikle gençlerimizin bu iki büyük felaketle iç içe olmalarından büyük üzüntü duyarım.

Belki bunlardan daha büyük bir tehlike de cep telefonlarının insanlara, özellikle çocuklara verdiği zararlardan habersiz yaşamamızdır. Yine ilmi olarak ispatlanmıştır ki cep telefonlarının yaydığı sinyaller kanser yapmaktadır. Değil kulağında saatlerce, dakikalarca tutarak konuşmak, yanında bulundurmak, oturduğun-yattığın odada tutmak bile sakıncalı bulunmuştur. Son zamanlarda her dört kişiden birinin ruh hastası durumuna gelmesi, anne-babasını, aile fertlerinin-akrabalarının tamamını öldürme olaylarının yaygınlaşmasının sebeplerinden birinin cep telefonlarının yaydığı sinyaller olduğunu düşünüyorum. Diğer sebepler de bilgisayar ve televizyon başında, yanında durmaktır. Sadece bu elektronik aletin yanında durmak bile titreşimlerin, radyasyonun muhatabı olmamıza, kanser olmamıza yeter sebeptir.

Türkiye'nin bir cep telefonu hurdalığına dönüştürülmüş olması, dünyada cep telefonunun bu kadar çok ve gereksiz kullanan bir toplum haline getirilmemiz elbette çok üzücü. Fakat beni esas kanser edecek olan şey şudur: Cep telefonlarının kulakta beş on saniyeden fazla tutulmaması gerektiği ilmi olarak ortaya konulmuşken, dakikalarca, saatlerce telefonla konuşan insanların cehaleti, kendi sağlıklarıyla ilgili vurdumduymazlıklarıdır. Bir deney yapılmış; birbirinin numarası aranmış iki cep telefonunun arasına bir çiğ yumurta koymuş ve beklemişler. Bir süre sonra yumurtanın piştiğini görmüşler. Özetle kendi elimizle, paramızla, rızamızla beynimizi pişiriyoruz. Azıcık aklımızı da yok ediyoruz. Beyin hücrelerimizin milyonlarcasını bir telefon muhabbeti uğruna öldürüyoruz. Zavallı bedenimiz ne yapsın? Ölen beyin hücreleriyle meşgul olmaktan, vücudumuzdaki (ve tabii memleketimizdeki, milletimizdeki) hiçbir hastalıkla meşgul olamıyor ve her tarafımızda başka bir hastalık peyda oluyor. Vücudu savunacak bağışıklık sistemini kendi elimizle çökertiyoruz.

Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerden söz etmiyorum. Sadece seyrettiğimiz, dinlediğimiz ses ve görüntü titreşimlerinden, radyasyondan bahsediyorum. Reklamları seyreden çocukların sustuğunu gören ana babalar, onlara reklam ve klip seyrettiriyorlarmış. Ortaya çıkarılıyor ki, hızla akan görüntüleri seyreden bebekler daha geç gelişiyor, zor anlıyor, düşünme melekelerini kaybediyor. Bütün hayatını cep telefonuyla biraz daha konuşmaya, birkaç kontüre, birkaç müzik parçasına, birkaç bilgisayar oyunu ve veb sitesine bağlamış, dünyada, uzayda başka şeylerin olabileceğini düşünemeyecek duruma gelmiş, kendi kendine beynini keçeleştiren, okumayan, yazmayan, düşünmeyen bir toplum. Söyleyin Allah aşkına bu toplum nereye gider? Sömürge olmaktan kurtulabilir mi?

Bu aletlerle hayatımıza giren muhteva ise apayrı bir cinayettir. Bizim tamamen kontrolümüz dışında olan bu aletlerle bize şırınga edilen şeylerin tahribatı çok daha büyüktür. Ancak bu aletlerin kontrolünü yapan, güya bizi, çocuklarımızı zararlı şeylerden koruması için kurulan kurumlardan da söz etmek gerekiyor. Bu kurumların denetlediği telefon şirketleri - beyin hücrelerimizi daha çabuk öldürmemiz için - daha çok telefonla konuşmamız, daha çok mesajlaşmamız için çaba gösterirler, öyleki üç bin mesaj hediye diyerek zavallı gençleri saatlerce oyalarlar. (Ben iki bin mesaj kullanma hakkını dolduranların olduğunu duydum. Bazen aynı odadaki insanlar birbirlerine mesaj geçiyorlarmış.) Kimse bunun toplumu yozlaştırdığından söz etmez, önüne geçmek için kılını kıpırdatmaz. Yine televizyonları denetleyen RTÜK, sadece gençlere yönelik dizilerde, neredeyse bütün liseli öğrencilerin hamile olduğunu görmezden gelir. Çünkü dikkatleri ahlâkta değildir. Öbür dünya ile meşgul olmaz, bunun vebalinden korkmazlar. Ondan sonra gelsin Münevver'ler..

Büyüklerimizin meşgul olması gereken en büyük meseleler bana göre bunlardır. Düzmece davalarla uğraşmak yerine bunlarla uğraşmalıdır. Bize, en büyük mesele budur, çözüme yaklaştık, ses çıkarmayın dedikleri meselelerde ne kadar çuvallandığını gördükçe bu meseleler daha da önemli gelir bana. Çünkü biz beyin hücrelerimizi kendi elimizle öldürdükçe, Mankurtlaştıkça[1], sığırlaştıkça bizim adımıza bizi güden çobanlar çoğalacağını düşünür, üzülürüm.
-----------------------------------
[1] Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel (Ötüken Yayınları) adlı romanında Mankurt’un hikâyesini anlatmıştır. Esirin traş edilmiş başına yeni kesilmiş bir deve derisi yapıştırılır, çöle bırakılır. Güneş vurdukçe deri kurumaya ve beyni sıkmaya başlar. Ta ki beyin melekeleri kaybolana kadar. Geriden gelen saç da cabası. Bu esir artık annesini bile öldürebilecek bir köle, yani Mankurt olmuştur.

10 Haziran 2009 Çarşamba

İHVAN-I OLİMPİYAT


Üçüncü cinsi duymuş olmalısınız. [1] Hem Müslüman, hem Türk, hem küreselci, hem muhafazakâr, hem ilerici, yenilikçi… Ama beyin özürlü, vicdanı ve fikri satın alınmış, ezberindekinden başka bir şey düşünemeyen bir insan tipi. Bu insana şartlandırılarak öğretilen, zihin altındaki bilgi şudur: Amerika büyük güçtür, süper güçtür. Türkiye bu büyük güce karşı çıkabilecek bir güce sahip değildir, o halde bu gücü yanına alarak bir güç olmaya çalışmalıdır. Osmanlının gücüne ancak böyle ulaşılabilir.” Bu tipin bütün davranışlarında, söylemlerinde bu şartlı bilginin yansımalarını görebilirsiniz.

İşte bu üçüncü cins, yedi yıldır çok mühim bir çalışmaya imza atmaktadır. Aylarca süren ön çalışmaları, kamuoyu oluşturma gayretleri, günlerce, haftalarca süren etkinliklerle gerçekleştirilen bu faaliyet gerçekten büyük emek ve para gerektiren bir iştir. Önce öğrenci veya öğrencileri ele alıp onlara Türkçeyi, Türkçenin bir ağzını, bir yörenin oyununu öğretecek, günlerce, aylarca onları çalıştıracaksınız. Sonra onların içinden bir seçme yapıp en iyilerini belirleyeceğiniz bir yarışmayı, çeyrek finali, başka bir ülkede, o ülkenin şartlarında, ileri gelenlerinin katıldığı bir törenle gerçekleştireceksiniz. Daha sonra da 115 ülkede yaptığınız bu yarışmalarda kazanan kişi ve toplulukları, on beş-yirmi gün, bir ay Türkiye’de ağırlayacaksınız. Kampa sokacak, ziyaretlere götürecek, gösterilere, yarı finallere, finallere, ödül törenlerine çıkaracak, kazanan kazanmayanlara armağanları, büyük ödülleri verecek, giderken ceplerine biner dolar koyup memleketlerine göndereceksiniz. Sadece öğrencileri değil, onları yetiştiren öğretmenlerdi ailelerini, bu uğurda hayatını kaybetmiş fedakâr öğretmenlerin yakınlarını, devlet erkânını da bu toplantılarda ağırlayacak, ödüller, plaketler vereceksiniz. Bu törenlerin basında yer alması için yılbaşının pahalı eşantiyonları gibi hediyeler dağıtacaksınız, kamu ve özel televizyonlarda günlerce yayınlanması için bedava canlı yayınlar yapacak, naklen yayın araçları, kameralar tahsis edecek, konser salonları kiralayacaksınız. Trilyonluk, devasa bir iş.

Bu yıl yedincisi yapılan Türkçe Olimpiyatlarından söz ettiğimi anlamış olmalısınız. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Bakanlar, Milletvekilleri, sanat dünyamızın, Serdar Ortaç gibi önde gelen mümessilleri, bu olimpiyatlarda al gülüm ver gülüm yapıyorlar. Ben seni öveyim, sen beni öv! Önce prensipte çok güzel olan bu hareketi, davranışı takdir ettiklerini beyan ediyor, önemine işaret buyuruyorlar. Sonra makamının izin verdiği ölçü ve cesareti derecesinde 115 ülkede Türkçe konuşmayı öğreten öğretmenlere, okullara, o okulları kuranlara, o okullarda görev yaparken vefat eden kişilere (alperenlere), ailelerine, bütün bu güzel hareketlerin, ötelerin ötesinde, Atlantik ötesindeki gurbeti yaşayan büyük hamisi, fikir babasına, bazen isim vermeden, bazen isim vererek iltifatlar ediyor, oyunculuk derecesine göre gözyaşı döküyor, dualar ediyorlar.

Bu hareketin maddi ve manevi destekleyicileri sadece iktidar mensupları ve onların imzasına bağlı kurumlar değil. Bulabildikleri, aralayabildikleri her kapı onlar için mühim. Kafalayabildikleri her kurum ve kişiyi yanlarına almaya çalışıyor ve bunu başarıyorlar da. Çünkü ortada çok güzel bir hareket ver ve çok güzel hareketler her zaman tertemiz ve saf milletimizce destek bulmuştur.(Batıl hemişe batıl ve bihudedir velî /müşkül odur ki sureti haktan zuhur ede!) Peki o zaman mesele nedir? Bu konudan neden bahsetme gereğini duyuyorum, çünkü bu işte bir münafıklık olduğunu düşünüyorum. (Sadece Allah rızası için bu çalışmalara destek verenleri tenzih ediyorum.) Akıllardaki bazı soruları soralım ve birlikte cevap arayalım: Neden Türkçe ile ilgili uluslararası bir buluşmanın adı Türkçe değil? Bu buluşmalar neden hoca efendiyi anma gösterisine dönüştürülüyor? Sağ elimizin verdiğini sol elimiz duymayacaktı hani? Neden Türkçe ile ilgili bir buluşmanın reklamı Türkiye’de yapılıyor? Türkiye’de Türkçe konuşan insanlar, dünyanın 115 ülkesinden Türkçe konuşan, oyunlar oynayanları görünce Türkçe ve Türkçülük damarları mı güçleniyor? Türkiye’de neredeyse her tabela başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerde yazılırken, Türkçe yabancı dillerin baskısında inim inim inler, süratle kan kaybeder, üstelik bu kan kaybını durduracak bir Türkçe Yasası yıllardır meclisimizde bekletilirken 115 ülkeden Türkçe konuşanların gözümüze gözümüze sokulmasının ne manası var? Türk alfabesi delinmek istenir, Q, W gibi harfler sokuşturulmaya, Türkçe resmi dil olmaktan çıkarılmaya çalışılırken. Türkçe 115 ülkede birkaç öğrenci tarafından çok iyi konuşulsa ne olur, konuşulmasa ne olur?

Buraya kadar yazdıklarımı saçma sapan bulan, beni dinsizlikle, Türklük ve Türkçe aleyhtarlığı ile (öyle ya bu kadar faydalı bir iş yapana böyle edepsizce sözler yazabildiğime göre) suçlayacaklar olabilir. Sadece ve sadece Fethullah Gülen’in imajını güçlendirmek, ‘Bakın, adam ne kadar kutsal bir iş yapıyor ama garibim gurbette sürünüyor’ dedittirmeye yaradığını düşündüğüm bu olimpiyatların Türkçeye gerçekten hizmet ettiğini, daha da gelişerek etmeye devam edeceğini söyleyeceklere bir çift lafım var: Bu iş kutsal bir iş ise, hodri meydan; İçinizde zerre kadar iman varsa, Türkçe Olimpiyatı için harcadığınız emeğin yüzde birini verin ve TBMM’den Türkçe Kanunu’nu çıkartın. Dünyanın 115 ülkesine Türkçe öğretmeye çalışacağınıza, bölünmek ve parçalanmak istenilen Türkiye’mizin Türkçe bilmeyen köylerine Türkçe ve Türkiye sevgisi öğretin. Türkçe bilmiyorlar, onlara hitap etmemiz lazım diyerek bir devlet televizyonu kanalı kuruverdiğiniz kişilerden bahsediyorum. Bugün Türkiye’de dindar ve mutaassıp ailelerin çocukları da dahil olmak üzere Türkçe ve Türk Kültürü yok edilmektedir. Türk Klasikleri yerine Harry Potter’larla, yabancı müziklerle beslenen bir gençlik yetiştiriliyor. Türkçe ve Türk kültürü acınacak duruma getirilirken Türkçe Olimpiyatlarının bu kadar şişirilmesi, akıllar cambaza bak deyimini getiriyor. Bir yandan cambaza bakın denilirken, bir yandan cebimiz, kültürümüz, ruhumuz boşaltılıyor.

Sözün sonunda; Eğer münafık değilseniz, mayınlı arazilere mayınsız arazileri de katarak birilerine kiraya vermeye çalıştığınız süre kadar Türkçe Kanununu çıkarmak için çalışın.

-----------------------------------------------------------
[1] http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=336

KAVRAMLAR, DİLLER VE KAHREDİCİ SUSKUNLUK


Dünyayı ve âlemleri kavramaya çalışıyor, bundan kendimizce sonuçlar çıkararak hayatımızı sürdürebilmek için yararlanmaya çalışıyoruz. Çevremize baktığımızda, gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz çok değişik anlatımlar, diller var. Yazı dili, konuşma dili, görüntü dili, müzik dili, hareket dili, vücut dili, siyaset dili, diplomasi dili… Okuyabildiğimiz dillerin alfabesini yazıyoruz. Okuyamadıklarımız için yeni bir dil ve arkasından alfabe geliştirmeye çalışıyoruz. Mesela halk oyunlarını yazmak için bir alfabe oluşturulmuş ve dünyada uzunca bir süredir bu dil kullanılıyor. (Bizde kullanılıyor mu, bilmiyorum) Çeşitli dillerin anlattıklarını okuyup yorumluyoruz. Yorumlarken de süzgeçler kullanıyoruz. Bunlara kısaca kavram diyebiliriz.

Bilgi öbeklerini kavramlarla ifade ediyor, bir kavramla birçok şeyi anlatıyoruz. Ne yapalım ki beynimiz böyle çalışıyor. Her nesneyi, varlığı tek tek bilmek, hatırda tutmak, karşılaştırmak yerine bazı çok geniş bilgi öbeklerini kavramlarla ifade ederek yorumluyoruz. Kavramlar alfabe gibidir. Bir dili okumak ve çözmek için alfabesini ve harflerini bilmek gerekli ise yazı veya geniş anlamda farklı dillerle anlatılan şeylerin anlamını bilmek için kavramlara ihtiyaç duyulmuştur. Dilin kavramlarını oluşturuyor ve bunları çok geniş bilgileri sembolleştirmek için kullanıyoruz.

Farklı dilleri, o dillerin alfabelerini ve kavramlarını bilmek, tabiatta mevcut dillere alfabe, kavram, sözlük, ansiklopedi oluşturmak çok da kolay değil. Bilgiyi, görgüyü, tecrübeyi, düşünmeyi, araştırmayı, gözlem yapmayı ve sonuçta anlamayı ve anlatabilme gayretini, uzun ve yorucu bir zaman diliminde çalışabilmeyi, kararlılığı, inatçılığı gerektiriyor. Her millet böyle ciddiyetle çalışabilecek insanlar yetiştiremiyor. Genellikle tabiatta mevcut dilleri çözemeyip, başkaları tarafından çözülmüş, alfabesi yazılmış, kavramları oluşturulmuş, sözlükleri, ansiklopedileri yayınlanmış dilleri öğrenmekle ve bunları anlamaya çalışmakla yetiniyoruz. Bu da parayı veren düdüğü çalar misali, kimin alfabesini, kavramını, sözlüğünü, ansiklopedisini kullanıyorsak onun borusunu çalmamıza sebep oluyor. Bu durum, bana bir köpeğin bir gramafon önünde resmedildiği bir taş plak markasını hatırlatıyor: “Sahibinin Sesi”

Diller üzerinde hakimiyet o kadar önemli ki, başkalarının konuştuğu, anladığı dilleri de oluşturduğunuz yeni kavramlarla yönlendirmek mümkün oluyor. Sözgelimi kolonicilik veya emperyalizm kavramı yerini Yeni Dünya Düzeni’ne, bu kavram da yerini Büyük Ortadoğu Projesi’ne, o da “Medeniyetler İttifakı” kavramına bırakmış durumda. Bu kavramlar yıprandığında hemen öncekinin yerine konulmak üzere aynı merkezlerce üretilmiş kavramlar bulunuyor. Bütün dünya piyasasına sürülmüş, her dile sokulmuş, diller üstü kavramlar… Demek ki bazı milletler, bazı kavramları üretiyor ve bunları çeşitli araçlarla yaygınlaştırabiliyor. Bazı milletler, kendi siyasi bilgilerini masum ifadelerle kavramlaştırıp bunu dünya edebiyatına sokuyorlar. Vatikan’ın, misyonerlik konsülü başarısızlığa uğrayınca kurduğu Diyalog Konsülü’nün ürettiği “Dinlerarası Diyalog” böyle bir kavram. Yine “Holokost” kavramı da böyle: Yahudilere 2. Dünya Savaşında yapılan soykırımı anlatıyor. Bütün dünya bu kavramla birlikte soykırımı hatırlıyor, ama o hadiseyi, kavramı üretenlerin bakış açısıyla görüyor. Çünkü kavramı üretenler o kavramla neyi ifade ettiklerini de açıklamış oluyor. Tabii bu tür kavramların üretilmesi onlarca yıl süren çok titiz bir çalışmayla gerçekleşiyor. Bütün fırsatlar, ortamlar, içte ve dıştaki maaşlı, maaşsız elemanlar ki bunlar gafiller de olabiliyor, kullanılıyor ve yeni kavram zihinlere nakşediliyor.

Son zamanlarda en çok bildiğimizi sandığımız, konuştuğumuz dil ile ilgili çok fazla kargaşa olduğuna, suni bir şekilde Türkçemizin üzerinde oynandığına, dışarıda üretilmiş kavramların Türkçeye sokulmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Bu kavramlardan biri çok dikkat çekici ve bizi doğrudan ilgilendiriyor: “Medz Yeghern” yani “Büyük Felaket”. Kavram, Ermeniler tarafından üretilmiş ve altyapısı 1960 lardan beri hazırlanmış bir kavram. Bu kavramı bundan böyle Türk kamuoyu çokça duyacak. Bu kavramla adeta beynimize çiviyle çakılırcasına içli dışlı olacağız. Bu bir kehanet değil, kavramı hazırlayanlar böyle istiyor da onun için. Diyorlar ki: Ermenilerin yaşadığı Büyük Felaketinin yasını birlikte tutun, onlara jestler yapın., milliyetçi söylemlerinizden vazgeçin. Bunu da Türkiye’nin en çok satan gazetesine söyletiyorlar. Biliyorsunuz ABD Başkanı Obama seçim propagandaları sırasında Türkler Ermenilere Soykırım yaptı demiş, başkanlığının ilk denizaşırı seyahatinde ise soykırımcı dediği milletin meclisinde, gözümüzün içine baka baka Büyük Felaket ifadesini kullandı. Basının sıkıştırması üzerine daha önce söylediklerinin arkasında olduğunu söyledi ve böylece Türk Milletinin oylarıyla bulundukları yere gelenler, Türk Milletinin soykırımcı bir millet olduğunu (Zira “Büyük Felaket” kavramı tam da bunu anlatıyor) kabul etmiş oldular. Görüldüğü gibi, sadece soykırımı tanıma kararları aldırmıyor, her sene yıldönümlerinde büyük törenlerle Büyük Felaket diye ağlamıyor, içimizdeki gafil ve hainlere de “Büyük Felaket için özür dileme kampanyası açtırıyorlar. Yani oluşturdukları kavramın altını doldurmak için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar. Ermeniler “Büyük Felaket” kavramının altını doldurmak için aydınları, halkı, lobileri, ajanları, satın aldıkları kişiler bütün gayretleriyle çalışıyor. Dünyanın her yerine anıtlar diktiriyor, soykırım anıtları açtırıyorlar. Meclislerinde soykırımı kabul eden ülkeler hızla çoğalıyor. Filmler yaptırıyor, romanlar yazdırıyor, oyunlar oynatıyorlar. İtalyan Paolo Cossi’ye “Medz Yeghern/Le Grand Male”(Büyük Felaket) adıyla yaptırdıkları ve Fransızca olarak piyasaya sürdükleri çizgi romanı (2009/Dargaud) gördünüz mü bilmem. Masum beyinlere tarihin en büyük yalanının nasıl sokulduğunu görmenizi isterim. Eli satırlı, barbar Türkler… Yakında bu çizgi romanın başka dillere de çevrileceğini söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Menfaatleri öyle gerektirdiği için İngiltere, Fransa, ABD, Almanya, İsrail devletleri de gizli açık bunları destekliyor. Bunlar, aynı zamanda Ermenileri Türklere karşı kışkırtan, cepheye süren emperyalist güçler. Bir buçuk milyon Müslüman Türkü kesip doğrayan, akla hayale gelmeyen vahşeti yapan Ermeni çeteleri, kendi ayıplarını gizlemek için bizi soykırımcı ilan ettiler ve bunu yaygınlaştırmak için bu kavramı oluşturdular. İşin en tuhaf tarafı da burada ki biz de bu kavramı devlet olarak kabul etmiş gözüküyoruz. Bunu da insanın aklı, hafsalası almıyor.

Kore Savaşı sırasında arkasını koruduğumuz Amerikalıların görev verdiği Ermeni tercümanların, kritik bilgileri saklayarak Türk birliğini cephede savunmasız halde bıraktığı ve büyük kayıplar vermesine sebep olduğu daha yeni ortaya çıktı. Fransa’yı tarihte biz korumuştuk. İspanya’dan kovulan Yahudilere biz kucak açmıştık. Ne oldu da büyük milletimiz eli satırlı cani, barbar konumuna düşürülüverdi? Şunu iyi bilmek lazım, Batı’da ve doğuda barbar kelimesi yüzyıllardır Türkler için kullanılıyor. Barbar olduğumuz için değil, barbar gösterilmek ve medeni olduğumuz unutturulmak için. Hem kendi halklarına hem de bize Türklerin medeni tarafları öğretilmiyor, gösterilmiyor. Barbar kavramının altı her şeye rağmen doldurulamıyor. Çünkü güneş balçıkla sıvanamaz. Ancak olan şudur, “Barbar” kavramına benzer kavramlarla şuurumuz, şuuraltımız felç edilmek isteniyor. Biz de aynı şekilde kavramlar oluşturup altını dolduramaz isek, bu şuursuzluk halimiz devam edecek ve emperyalist oyunlara göğüs geremez duruma geleceğiz.

Türk Milletinin insanlığa yaptığı hizmetleri, medeniyetimizi, gördüğümüz zulümleri, katliamları, soykırımları, haksızlıkları, kahpelikleri kavramlaştırarak anlatmaz, anlatamaz isek sömürülür, yok olur gideriz. Eğer gereğini yapmazsak Ermenileri dünya durdukça besleyecek bir tazminata (Yahudiler Almanya’yı nasıl haraca bağlamışsa) mahkûm da oluruz. Nitekim Türkler, Ermenilerin yaşadığı acıların en az bin katını yaşadığı, Ermeni mezalimine uğradığı halde, Türkiye Cumhuriyet bunları anlatmıyor, hatta anlattırmıyor. Siz TRT’de Ermenilerin Türklere yaptığı soykırımla ilgili bir film yayınlandığını gördünüz mü? Çizgi film yaptırdığını duydunuz mu? Bu konularla ilgili yapılmak istenilen ama maalesef yaptırılmayan yüzlerce çalışmayı size örnek verebilirim.

Başkasının yazdığı sözlüklerle dil öğrenmek ve bu dil ve kültürü anlamaya çalışmakla ne kastettiğimi sorduğunuzu duyuyorum: Fransızların, İngilizlerin, Rusların yazdığı sözlükle yayın yapan TRT Şeş’i ele alalım. Fransızlar 40 bin kelimelik Kürtçe Sözlük uydurdular, bunun en az on bini Fransızca kelimelerden oluşuyor. Biz de gerine gerine Kürtçe yayın yapıyoruz diyoruz. Tamamen kanunsuz bir yayın. Elimizde bir sözlük bile yokken! Peki bu yayınların denetimi nasıl yapılıyor dersiniz? TRT’nin bilinen altın makası devre dışı bırakılmış durumda. Yayın ilkeleri mi? Kim takar! Geçmişler ola...

Özetlemek gerekirse dilleri çözmek, alfabelerini bulmak, sözlük ve ansiklopedilerini yazmak, en önemlisi de kavramlarını oluşturmak çok önemli. Hatta yeni diller bulmak ve bunları kendi yazacağınız alfabe ve kavramlarla kamuoyuna sunmak lazım. Tabii bizim bilim adamlarımızın, aydınlarımızın, yazarlarımızın bu tembellikten kurtulması ve kaidelerini yerinden oynatması gerekiyor. Arkadaşlarımı, kavramlar üretmeye davet ediyorum Birleşerek iş yapmaya çağırıyorum. Biz kendi kendimizle boğuştuğumuz sürece de birileri gelip bizim gözümüzü bağlamaya devam edecek, içimizden yetiştirdiklerimiz de bu gözbağcılığına hizmet edecektir diye düşünüyorum.

İLHAMINI OSMANLIDAN ALAN ABD VE DİYALOG!



Peşinen söylemeliyim ki yazım biraz uzun. Sabırlarınıza sığınıyorum. Çok önemli günler yaşıyoruz. Tarihî diyemeyeceğim, çünkü tarihî olaylar biraz da kendiliğinden gelişen olaylardır. Yaşadığımız önemli günler ise kurgulanmış gibi gözüküyor.
Bunlara kısaca birlikte göz atalım istiyorum:

Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak ziyareti (24 Mart 2009)
Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası (26 Mart 2009)
2. Ergenekon İddianamesinin açıklanması (26 Mart 2009)
İspanya-Türkiye (28 Mart 2009)
Seçimler (29 Mart 2009)
TRT’nin Ermenice radyo yayını başlatması (2 Nisan 2009)
G-20 Zirvesi (2 Nisan 2009)
Nato Zirvesi (3 Nisan 2009)
Barak Hüseyin Obama’nın Türkiye ziyareti (5 Nisan 2009)
Medeniyetler İttifakı toplantısı (6 Nisan 2009)
Denktaş’ın Ergenekon sürecine dahili (8 Nisan 2009)

Her biri günlerce yankı yapacak bu olaylar öylesine hızlı bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirildi ki, görüntülerini bile algılayamadık, kaldı ki alınan-verilen sözleri algılayalım. Bu hızlı kurgunun dünyayı yönetenlerin kurgusu olduğuna dair ciddi şüphelerim ve bunları destekleyen bilgiler var. Bu süreçte yaşananların, konuşulanların, yazılanların Türkiye’de yeterince tartışılarak mantıklı sonuçlara varılabileceğinden kuşku duyuyorum.

Cumhurbaşkanı Gül Irak’a bir ziyaret yaptı. Ziyarette kapalı kapılar ardında konuşulanları büyüklerimiz bilir. Ancak Gül’ün “Kürdistan” tabirinin kullandığı beyanatı, buna gösterilen tepkiler ve bu tepkiler sonucu yaptığı açıklama kamuoyunu tatmin etmedi. Uzmanlar, uzmancıklar konuşup duruyor. Mesela Today’s Zaman Genel Yönetmeni Bülent Keneş Dünyadaki 20-25 milyon Kürdün yarıdan fazlasının Türkiye’de yaşadığını ve 4 milyonluk Irak Kürtlerinin himayesinin Türkiye’ye devredilmesinden söz ediyor. 25 Mart’ta Zaman’da yayınlanan bu yorum, AKP’nin DTP’yi sandıkta silmek yerine seçimlerden sonra ciddiye alınır bir muhatap olarak görme eğiliminde olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi dediydi demediydi ile geçiştirilebilecek bir durum değil bu. Mümtaz bazı köşe yazarlarının konuyu hafife almaları izah edilemez bir tutumdur.

2. Ergenekon iddianamesi seçim öncesinde, parti başkanlarının birbirlerini topa tuttukları, herkesin seçime odaklandığı bir dönemde açıklanmış, aynı gün BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası vuku bulmuş, dolayısıyla yeterince irdelenip anlaşılamamıştır. Hukuki sürecin devam ettiği bir konuda konuşmayı doğru bulmamakla beraber Ergenekon’un sadece belli bir medya tarafından haber yapılıp sayfalarca yorumlanması, sündürülmesi ne kadar kabak tadı veriyorsa, farklı düşünenlerin de bu belge ve bilgilere bir diyeceklerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Bu konu da gündemin yoğunluğunda eriyip kaybolmuştur.

Muhsin Başkan’ın ardından çok şey yazıldı, söylendi, açıkoturumlar yapıldı, yapılıyor. Bunlar olmalı ve daha da güçlenerek, artarak devam etmeli. Suikast haberlerini kastetmiyorum. Bunları yetkili merciler araştıracaklar, vicdanları serinleten sonuçlar ortaya çıkacaktır. En önemlisi bir gönül adamı olduğu apaçık ortaya çıkan Muhsin Başkan’ın birleştirici, bütünleştirici, imanlı yiğit yürüyüşüdür. Böyle kahramanlara toplumun ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmıştır. Ona biraz saygısı ve sevgisi olanların, yeniden yeşeren Taceddin iklimini zenginleştirmek için çaba göstermeleri beklenmelidir. Bu arada, o hayattayken yüzüne kapıları kapatanların, öldükten sonra timsah gözyaşı döktükleri de vakidir. Birtakım insanlar şimdi çıkacak onun sırtından pirim elde etmeye çalışacaklardır. Hoca efendiye hürmet vardı diyeceklerdir, demişlerdir. Bununla kalmayacak kitaplar yazacak boy boy reklamlarla onun sırtından gönülleri tutuşan insanları sınırlar ötesinden desteklenen hareketlerine basamak yapmak isteyeceklerdir. Bu yavuz hırsızlardan Muhsin Başkanın her kesimden gönülden seven, ardından gözyaşı dökenlerini tenzih ederek, güzel bir üslupla; kırmadan dökmeden bu sevgiyi bir gönül hareketi olarak geliştirmek, her kesimin, hepimizin borcudur.

G 20, NATO, Medeniyet İttifakı Toplantıları ile Obama’nın ziyaretleri üst üste getirilmiş, sanki Türkiye bir ablukaya maruz bırakılmıştır. Bu ablukada Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendi Cumhurbaşkanı tarafından bile yalnız bırakıldığı söylenebilir. O kadar ki bu yoğunluk biter bitmez Sayın Başbakanımız kendisini tatile çıkmak mecburiyetinde hissetmiştir. Bu toplantıların her biri ayrı ayrı değerlendirilmeli idi. Değerlendirilemedi. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönmesi Türkiye’nin elinde bir koz iken bu koz kullanılamamıştır. Türkiye, sürece Türkiye Cumhurbaşkanı da dahil edilerek, yalan yanlış, muhataplarınca önceden ifade edildiği gibi gerçekleşmeyeceği baştan açıkça belli vaadlerle, havuç sopa usulüyle avutularak, uyutularak vaktinden önce NATO Genel Sekreterliğine bir Türk İslam karşıtı resmen oturtulmuştur. Ülkesinde bağıra bağıra ben özür dilemeyeceğim, dilemedim, onları uyuttum dediği halde bazı gazetelerimiz! Rasmussen gönül aldı diye başlıklar atabilmiştir. Nitekim Peygamberimize hakaret eden karikatürler yeniden şatışa sunulmuştur.

Obama da Türkiye ziyaretinde farklı davranmamıştır. Güya ABD’nin yeni başkanı, yeni bir bakışı, Türkiye’ye önem veren, İslam dünyasına saygılı bir dönemi Türkiye’de başlattı. Gerçek böyle mi? Yeni ev ödevlerini veren bir öğretmen, ama daha sevimli gözükmeye çalışan bir öğretmen. ABD’nin başına neden Müslüman kökenli biri geçirildi dersiniz? Obama tarafından TBMM’de de dillendirilen, yıllardır tekrarlanan ABD görüşlerinden, soykırım edebiyatından vazgeçilmemiştir. Nitekim Obama da daha önce Soykırım yapıldı demişti, o sözlerinin arkasında olduğunu söylemiştir. Meclisimizle, bir kısım basınımızla bu şarlatanlığı ayakta alkışladık. Kimse de çıkıp yahu ne oluyoruz, ne yumuşaması, ne saygısı, ne yeni dönemi demedi. Uyutulduğumuz yetmedi, yüzümüze tükürüyorlar; yarabbi şükür diyoruz.

G 20 toplantısından hiç bahsetmiyorum. Medeniyetler İttifakı konusunda ise, Medeniyetler İttifaki ile Obama’nın hedeflerinin örtüştüğünü bizzat İttifak’ın yüksek temsilcisi Jorge Sampaio açıklamıştır.[1] Çünkü bu toplantılarda da açıkça görüldü ki Türkiye bir çıkmaz sokağa sokulmak istenmektedir. Bu sokak şudur: Obama Batıya, “Türkiye’yi AB’ne alın, laik ülkedir, ihtiyacımız var” demiş, Batı’nın asla kabul etmeyeceği bir İslam Devleti olarak AB kapısında oyalanmamızı istemiştir. Diğer taraftan İslam Ülkeleri Türkiye’yi Laik diyerek, dışlamakta, kendilerinden görmemektedir. Çünkü Hıristiyan Batı ile ilişkileri güçlendirmek isteyen konumdadır. Ermenistan kapısını açma konusunda sıkıştırılan Türkiye, Azerbaycan’dan da uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Batının dışladığı, İslam Ülkelerinin sevmediği, Türk Devletlerinden de koparılmış bir Türkiye, bir hücreye hapsedilmiş olacaktır. Kollarını kıpırdatamayan bir ülke konumuna sokulmak istenmektedir.

Ermenistan’la ilişkilerimizi düzeltmemizi isteyen ABD, AB, Ermenistan’a işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Karabağ meselesini çözmesini söylememektedir. Ermenistan Türkiye eliyle kalkındırılmak, güçlendirilmek istenmektedir. Zaten üç yüz bin civarında önemli bir miktardaki Ermeni kaçak işçi Türkiye’de çalışmaktadır. Şu anda bile Ermenistan’ı Türkiye’nin doyurduğu söylenebilir. Bu durumu bilen Türk yetkilileri de madem öyle biz de Nahçıvan’la sınırları kaldırıyoruz diyememektedir. Türk diplomasisi dumura uğramıştır. Elinde bu kadar imkân varken bu kadar açık veren bir diplomasi ilerki dönemlerde de eleştirilmeye devam edilecektir.
Türkiye yukarda zikrettiğim önemli kurgulanmış olayların gölgesinde birtakım tavizlere zorlanmaktadır. Kamuoyu Atlantik ötesinden buna hazırlanmaktadır. Maalesef Türkiye’de buna çanak tutanlar da vardır. Türkiye’nin en çok satan gazetesi başta olmak üzere bir kısım basında yer alan aydınlar ABD’de masa başında kurulan senaryoların borazanı durumundadır. Türkiye’ye dayatılmak istenen senaryo, Türkiye’deki kalemlerce sanki olması gereken bu imiş gibi sunulmaktadır. Sizlere önümüzdeki dönemi de kapsayan senaryo ile ilgili bir belgeden söz etmek istiyorum[2]:

Bu belge Zaman gazetesinin Yorum köşesinde “İlhamını Osmanlı'dan alan bir aydınlanmanın zamanı geldi” başlığıyla 19 Mart 2009’da yayınlanmıştı. Belge aşağıda görülen çok güzel bir minyatür resim üzerine tam sayfa olarak yayınlandığı için dikkatimi çekmiş, okumuştum. Önce yazının başlığı, sonra da yazarı dikkatimi çekmişti. Zannettim ki en sonunda insaf sahibi gavurlar da Osmanlı’nın, Türk’ün medeni vasfını gördüler ve kendi kamuoylarına Türklerin Medeni vasıflarından bahsetmişler. Hayır. Yanılmışım. Kendi kamuoylarına değil, doğrudan Türk ve kamuoyunu yönlendirmek amacıyla yazılmış bir yazıydı. Yazının daha ortasına gelmeden tüylerim diken diken oldu. Yazarının kimliğine dönüp bakma ihtiyacı hissettim. (Dr. Marc Gopın George Mason Üniversitesi Dünya Dinleri, Diplomasi ve İhtilaf Çözümü Merkezi Başkanı) Yazarın titri her şeyi açıklıyordu. Vatikan’ın Misyonerlik Konsülü ile yapamadığı görevi icra etmek için kurulan Diyalog Konsülü’nün bir uzantısı iş başındaydı. Önümüzdeki dönemde Türkiye’ye biçilen ve muhtemelen bizim aktörlerimizin de oynayacağı rolü açıkça ortaya koyan bir belgeyi okuduğumu fark ettim. Beni asıl üzen “Batıl hemişe batıl ve bihudedir veli/Müşkül odur ki suret-i haktan zuhur ede” (Batıl her zaman batıl ve boştur, zor olan Hak görünen batılı ayırt etmektir) bu yazıyı, yorumu allayıp pullayarak sunan gazetenin de diyalog bayraktarlığı yapması ve bu yorumu! yorumsuz yayınlaması oldu. Türk Milleti aleyhinde bir beyin yıkama, yönlendirme operasyonu yapılıyor, gazete de bilinçli bir şekilde, allayıp pullayarak bunu okuyucularına sunuyordu. Daha fazla uzatmamak için bu yazıda Türkiye’ye verilen ev ödevlerini aynen aktarmak istiyorum. ABD ve AB’nin son toplantılar ve geziler de dahil aynı esasları uygulamakta olduklarına da adım gibi eminim. Marc Gobin,Türkiye'nin önünde, yirmi birinci yüzyılda küresel bir liderlik üstlenme ve böylelikle tüm meşru ulusal çıkarlarını daha kolayca gerçekleştirme yolunda şaşırtıcı bir fırsat var, dedikten sonra diyor ki:
“…..Osmanlı tarihi, olağanüstü bir kültürel zenginlikle bezeli ve bu zenginlik, özellikle, çok sayıda medeniyet ve dinin şiddetten uzak bir şekilde diplomaside bir araya gelmesi için, tarihin içinde bulunduğumuz noktasına mükemmel bir şekilde uyuyor.
Dünyanın şu anda tam da buna ihtiyacı var. Türkiye, Doğu ile Batı'nın karşılaşması gereken yer. İslam'ın burada devreye girmesi gerekiyor, Yahudilerin Müslümanlarla burada uzlaşması gerekiyor ve Arapların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların yeni bir uluslararası toplumsal sözleşmenin temellerini burada bulmaları gerekiyor.
İsrail, Filistin ve Hamas gibi konulardaki mevcut ayrılıklar açıkça ortada. Türkiye'nin, bölgenin Arap olmayan askerî gücü olarak geleneksel rolünü değiştirmekte olduğu da açıkça ortada. Başbakan hem İsrail'in Gazze savaşı esnasındaki tutumuna dair duruşuyla hem de önceki Amerikan idaresinin şer ekseni olarak tanımladığı Suriye, Hamas ve İran'la ilişkiye geçilmesine dair istekliliğiyle açıkça vites değiştirdi. Bu, gözü kara ve zor bir adım. Ancak doğru şekilde yönlendirildiği takdirde Türkiye'yi yirmi birinci yüzyıl diplomasisinin başköşesine yerleştirebilir.
Türkiye'nin, medeniyetleri ve dinleri birbirine bağlama tarihî rolünü sürdürmesi için uluslararası diplomasi becerilerini geliştirmesi gerekecek. Türkiye'nin konumlandığı irtibat noktası bir yandan zorluklarla, bir yandan da fırsatlarla dolu. Batı, İsrail ve Arap dünyası İran'la şiddetli bir gerilim içinde. Batı ve Arap dünyasının kayda değer bir kesimi Hamas'la gerilim yaşıyor. Batı, İsrail ve Avrupa İslam medeniyetiyle önemli gerilimler -sessiz de olsa- yaşıyor. Ayrıca dünyanın önemli kısmı İsrail'in politikalarıyla gerilim içinde. Türkiye tüm bu cepheleri olumlu etkileyebilecek potansiyele sahip.
Türkiye'nin her türlü angajmanının en önemli unsuru benim deyimimle "olumlu diplomasi" olmalı. Olumlu diplomasi; sorunlara değil fırsatlara, düşmanlıklara değil ilişkilere, eleştiriye değil teşvike odaklanır. Türkiye, İsrail'in Gazze'de aşırı kuvvet kullanmasını şiddetle eleştirdiği için alkışlanmalı. Çünkü savaş koşullarındaki insani durum korkunçtu. Ancak şimdi, mesajı olumlu bir yöne çevirmenin zamanı. Daha da önemlisi, Ortadoğu'nun barışa doğru ilerlemesini istemeyen Washington'daki gerici lobilerin şantajına maruz kalmamak için, Türkiye'nin, özellikle Ermenistan ve yüzyıl başında yaşanan trajik şiddete dair, Türk gururunu savunmaya odaklanan eski diplomasi yöntemlerinden vazgeçmesi gerekiyor. Bir dizi atak stratejiye ihtiyaç var. Bunlar: 1. Ermenistan vatandaşlarının resmî merasimler eşliğinde Türkiye'yi ziyaret etmelerini sağlamak, Türkiye'deki geçmişlerini anmak ve kayıpların yasını hep birlikte tutmak gibi jestlerin eşlik ettiği, Ermenistan'la uzlaşma ve ilişki sürecine girmek. 2. Azerbaycan'ın insanî ihtiyaçlarını görmek ve bu ülkeye, gelecekte Ermenistan'la daha başarılı şekilde müzakere edebilmesi için yardımcı olmak. 3. Yahudileri, Yahudiliği ve İsraillileri kamu önünde kucaklamak; ama bunu yaparken Filistinlileri, Gazzelileri de unutmamak, bir yandan da İsrail'le yapacakları uzun süreli bir anlaşmanın temellerini belirlemek üzere Hamas'la, müzakere etmek. 4. İsrail ve Arap dünyası angajmanlarına dair Suriye ve İran'la irtibatta olmak.
En önemlisi, Türkiye'nin, kendisini kısıtlayan ve Ermeni meselesine hapseden o eski savunmacı diplomasiden vazgeçmesi ve bunun yerine medeniyetlerin, ülkelerin ve dinlerin köprüsü olma konumunu talep etmesi ve kazanması gerekiyor. Böylelikle, birçok Türk vatandaşının kılavuzu olan ilerici İslam aydınlanma ve demokrasinin paradigması haline gelebilir ve bu, Batı'da gericilerin, Arap dünyasında da aşırıların İslam medeniyetini şiddetle eşdeğer tutan algılamalarını yalancı çıkarabilir. İkincisi, Ermenilerle yeniden ilişkiye girerek Washington'un baskısından kurtulan Türk liderliği, yüzyıllar boyunca yaptığı gibi, Yahudilerle olumlu bir ilişkiye girebilir ve onlara, Filistinlilere saygılı ve cömert bir şekilde yaklaşmaları çağrısında bulunabilir. Türkiye yüzlerce İsrailli işadamını, ruhanî liderleri, kültürel liderleri; Türk topraklarında Filistinlilerle, kendilerinin eşiti olarak yeni bir ilişki başlatmak üzere resmî olarak davet edebilecek, Müslümanları, Gazzelileri, Hamas'ı devreye sokabilecek bir ülke. Bu, İsrail ve Filistin'de, ihtilaf çözümü açısından bir devrim olacaktır.
Akıllıca siyaset aynı zamanda vizyon sahibi siyaset de olabilir. Başkan Barack Obama vizyon ile pragmatikliği, gerçekçilikle umudu birleştiren bir siyasetin öncüsü. Türkiye de, aydınlanmış İslam medeniyeti modeliyle aynısını yapabilir. Örneğin Mevlânâ bugün dünyanın en sevilen şairlerinden biri ve Arap Ortadoğu'sunda gittiğim her yerde, sufiler arabuluculukta hep öncü konumda. Bu, Mevlânâ'nın çağı; bu, sufi arabulucuların ve sufi vizyonerlerin çağı.
Bu yol kibirden uzak, mütevazı bir şekilde izlenirse, Arap dünyasındaki en muhafazakâr unsurlara kafa tutulabileceğine, hatta onların bile ikna edilebileceğine inanıyorum. Körfez'de hiç kimse Bin Ladin'in gölgesinin sonsuza kadar Arap ve Müslüman dünyalarının üstünde kalmasını istemiyor. Zehir Orta Asya'ya da sıçradı ve herkes bunun Müslüman sosyal düzenini tehdit etmesinden endişeleniyor. Bir taraftan da Batı'nın İslam medeniyetine hoşgörüsüzlüğünü besliyor. İslam dünyasında gözü pek liderlere ihtiyacımız var. İsrail'e ve düşmanlarına, nihai bir çözüme ulaşılması için güven verecek cesur partnerlere ihtiyacımız var. Kimse bunun için Türkiye'den daha iyi konumlanmış durumda değil ve kimse de bu sonuçtan, şu anda dünyanın en kudretli lideri olan Barack Obama'dan daha memnun olmayacaktır. Türkiye, yirminci yüzyıldan kalma hayaletlerini gömmeli. Böylelikle yirmi birinci yüzyılda uluslararası ihtişama yeniden kavuşabilir. İlhamını Osmanlı'dan alan bir aydınlanmanın zamanı geldi.”

Bu yazı yorum yapılamayacak kadar açık, ama yine de gelecek dönemde Ermenileri merasimle karşılamaya, yaslarını birlikte tutmaya, Azerbaycan’ı yalanlarla oyalamaya, İsrail’i Hamas’la, İran ve Suriye’yi Batı ile uzlaştırmaya hazır olmalıyız, veya büyüklerimiz hazır olmalı diye düşünüyorum. İlhamını Osmanlıdan alan ABD Osmanlının torunlarına çok şiddetli elenseler çekmektedir vesselam.

Ben asıl son toplantı ve ziyaretlerde Arapların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların yeni bir uluslararası toplumsal sözleşme imzaladık mı? Dikkatimizi ona verelim derim. İmzaladığımız veya imzalanmamışsa yakında imzalanacak olan bu Sözleşme’yi merak edenler aynı gazetenin bir başka yorumuna bakabilirler.[3] Unutmadan, TRT’nin Nahcıvan’a yönelik radyo yayınını iptal ederek yerine Ermenice radyo yayını başlatması konusu tam bir garabet olup başka bir yazının konusudur. Çözüm ise olayları ve alt başlıklarını çok daha iyi ve derinden okumak, buna göre de tedbirler almaktan geçiyor.

-----------------------------------------------------------------------
[1] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=834232
[2] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=827112&title=yorum-marc-gopin-ilhamini-osmanlidan-alan-bir-aydinlanmanin-zamani-geldi
[3] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=834209